Site icon Juno – Kendi Halinde Bir Yıldız Gözlemcisi

19 ŞUBAT 2015, KOVA Burcunda YENİAY; ÇABA ve LÜTUF ZAMANI…

18 Şubat’ı 19’a başlayan gece, İstanbul itibariyle saat 01:46’da Kova Burcu’nun 29:59 derecesinde – yani Balık’a geçilmeden öncesi son saniyede – YENİAY adı verilen Güneş & Ay Kavuşumu gerçekleşecek.

Bu YENİAY, Çin YENİYIL’ının başlangıcı ve AY’ın dünyaya en yakın olduğu, bu nedenle de Supermoon olarak adlandırıldığı durumlardan birine denk gelecek. Dolayısıyla, yüksek enercikli bir durumdan bahsediyoruz 😉

YENİAY haritasını değerlendirirken şu göstergeleri dikkate alıyorum;

– Güneş & Ay Kavuşumu, 29:59 derece Kova Burcu’nda, 3’üncü evde, Neptün ile kavuşumda olduğu ve Balık Burcu’na geçiş sınırında gerçekleştiği için  Balıksı… Yeniay, Regulus sabit yıldızına karşıt duruyor.

– Yükselen noktası 6 derece Yay. Yükselen yöneticisi Jüpiter, Aslan Burcu’nda ve 8’inci evde. Jüpiter retro konumda, Chiron ile 150lik, Uranüs ile üçgen açı yapıyor.

– Yeniay, Neptün kavuşumu nedeniyle, Yükselenle kavuşan Satürn’ün Neptün ile tam açılı olmayan karesi tetikleniyor. Ancak Satürn, retrodan çıkmış olan Merkür & Selena ikilisine de 60’lık tatlı açı yapıyor. Hatta, Balık’ın son derecelerindeki Mars & Venüs kavuşumuna da, gevşek bir üçgen açısı var.

MEALİ;

Bu YENİAY, biraz Kova, biraz Balık enerjisi taşıyor… Öne çıkan planetler itibariyle de, hem Satürniyen hem de Jüpiteryen & Neptüniyen bir YENİAY!

Astroloji, Karma & Dönüşüm ve Astroloji, Psikoloji ve Dört Element gibi kitapların yazarı Stephen Arroyo şöyle der; ”Satürn çabayı, Jüpiter ve Neptün ise bolluğu ve ilahi lütfu temsil ederler. Evrenin sisteminde çaba ve lütuf bir arada çalışırlar. Biri olmadan diğeri harekete geçmez. Satürn bizi çaba göstermeye sevk ettiğinde, Jüpiter ve Neptün ile gelecek lütfun akabileceği bir kanal açmış oluruz hayatlarımızda. Çaba ve lütuf  süreçleri birbirini izler. Ama çaba gösterilmesi gereken süreçte, yeterince çaba vermeyen, lütuf sürecinde de yeterince beslenemez.”

Bu güzel tanım, bu YENİAY haritasının kalbine oturmaktadır.

Yapmak istediğimiz çok şey, gitmek istediğimiz çok yer, demek istediğimiz çok söz, hayata geçirmek istediğimiz bir çok fikir var. Ama biz bunların hiç birini TAM İSTEDİĞİMİZ GİBİ yapamıyoruz.

Engellere gıcığız bu ara 🙂

Bize göre bu engeller, dıştan gelmekte… İnsanlar, koşullar, moşullar, bişeyler bişeyler bizi tutmakta. Adeta içimizde anlaşılmamış bir dahi, keşfedilmemiş bir sanatçı, start atışını kaçırmış bir koşucu, şeytana tutsak olmuş bir melek var!

Bi bıraksalar… Ah bi bıraksalar :)))) Bi bıraksalar, niyetimiz çok iyi… Bi bıraksalar her şeyi düzelteceğiz.

Nasıl mı; BİLDİĞİMİZ GİBİ!

Sorun şu ki; bildiklerimiz, varsaydıklarımız, beklediklerimiz, zaruri gördüklerimiz ile GERÇEK arasında bir uyuşmazlık var. Ya bizim mükemmel, iyi, istenilir, yakışır, önemli, değerli bulduğumuz durumlar, konumlar, sonuçlar, artık bizim koyduğumuz yerde değil. Ya da, bizim bunlara erişmek için kendimize biçtiğimiz kalıplar, yöntemler, planlar, halihazırda kullanışlı, uygun, geçerli değil.

O ZAMAN;

Ya eski önceliklerimizden, gözümüzde gönlümüzde büyütüp büyütüp durduğumuz takıntılarımızdan vazgeçmenin vaktidir… Ya da bunları mümkünsüz hale getirdiğini düşündüğümüz koşullara, farklı bir gözle bakmanın vakti…

Önce ilk önermenin üstünden geçelim;

İnsan hiç bir şeye, ”artık uzanamadığı daldaki yemişe” bağlandığı kadar bağlanmaz :))) Bu bir ”Sarı saçlarına garip göynümü, bağlamışım çözülmüyor Mihriban!” hikayesidir!

Hayatta bir ara ulaştığımız maddi / fiziksel / duygusal bir zirve, olduğumuz bir hal, tattığımız bir nimet olmuştur… Onun verdiği haz, ya da onun hissettirdiği tatmin duygusu bizim zihnimize ”en iyi” olarak kodlanmıştır. Ve sonra devran dönmüş, yol değişmiş, bizim kısmetimize başka deneyimler düşmüştür.

İşte biz, bir ara görüp / tutup / yaşayıp pek de hoşlanmış olduğumuz bu hali, yitirmiş olmayı bir türlü hazmedemez, bu nedenle de başka hiç bir durumu kendimize LAYIK görmez, hiç bir kazanca ya da fırsata kıymet vermez, elde ettiğimiz hiç bir sonuçtan bir türlü hoşnut olmayız.

Bu geçmiş bir ”hale” paslı bir çivi gibi çakılı kalmaktır. Bu saatten sonra, artık yaşadığımız kayıpları, ve özlediğimiz halin önündeki engelleri düşünmenin anlamı yoktur! Bu saatten sonra, biz kendi kendimizin engeliyiz… Hayatın önümüze açtığı yeni yolların önünde bizim takıntılı zihnimizden, önyargılarımızdan, hoşnutsuzluğumuzdan, kabulsüzlüğümüz ve şükürsüzlüğümüzden gayrı engel, çengel, mengel yoktur 😉

”Koy su aksın seni de yıkasın, aç pencereyi güneş içeri girsin, tozları temizle ki evin yüzü gülsün… Aynadaki yüz de sana gülsün!” halidir bu saatten sonra yaşanması gereken. Lütfun önündeki tek engel, bizim çabasızlığımız, bizim direncimiz, bizim küskünlük, umutsuzluk, gönülsüzlük nedeniyle hayatın getirdiklerine sırt çevirmemizdir.

Bir de, geçmişten beri benimsediğimiz kalıplar konusu vardı değil mi?

Hani ”Mutluluğun resmini yapabilirmisin Abidin?” demiş ya şair, aslında insanın kafasında kendince her şeyin bir resmi vardır. Sabah kalkıp bulmak istediği bir ev hali, konuştuğu insanlardan duymak istediği sözler ve almak istediği tepkiler, yaptıkları karşılığında elde etmek istediği bir takım sonuçlar vardır. Hayat bu beklentilerinin tersine aktı mı, insan kendini ”engellenmiş, mahrum bırakılmış, öksüz, tatsız, huzursuz” hisseder. Ve hayatta gidecek bir yer, bulunacak bir çözüm, çaba göstermesine değecek bir neden olmadığına hükmeder. Yani ”depresüfff” olur :)))

Bunun nedeni, insanın hafızasındaki ”yara kayıtlarıdır.” Bu kayıtlar, geçmiş deneyimler sonucunda vardığımız ”Öyle, şöyle, böyle olduğunda, sonuç bu olur ve asla şuna varılamaz” türünden, önyargılar ve bunlara bağlı oluşan duygusal iç-engellerdir. Başka bir deyişle, karşımıza çıkan dış koşullar, bazen bizim geçmiş deneyimlerden kaynaklanan iç-engellerimizi tetikler.

Oysa koşullar ya da sonuçlar umduğumuz gibi olmadığında da, bizim yine olmasını umut ettiğimiz şeyler için çaba göstermek gibi bir seçimimiz vardır. Ama bu kez farklı bir bakış açısı geliştirmemiz, koşullara direnmek yerine uyum sağlamayı kabul etmemiz, olanın içinde bir çözüm aramamız, daha önce vazgeçtiğimiz yerde şimdi bir adım daha sabretmemiz, daha önce tokat yediğimiz ya da düştüğümüz yerde ”yine öyle olacağı beklentisi” ile kendi kimyamızı bozmamamız gerekir. O zaman belki bir MUCİZE olur ve bizim iç-engellerimizle hayatımıza koyduğumuz bir bariyer yıkılıveriiirrr 🙂

İnsan, zamanla hep kavgalıdır… Genetik hafızamız, sosyal öğretiler, kişisel deneyimler, bize ”Zaman aldığını geri getirmez!” sözünü hatırlatır. Zaman insanın bilincinde hep, zorlayıcı bir sabır, sıkıntı, kayıp, hatta ölüm ile eş anlamlıdır. Oysa, zaman süreci tamamlanmış olanları götürür ve aldıklarının yerine, ”kabul eden için” yeni güzellikler getirir. Her bitişte – ölümde bile – bir huzur, bir kavuşma, bir aydınlık, bir yeni boyut vardır.

Zamanla kapışan insan, hayatı kendi tasavvurları ile sınırlı zanneden insandır. Kendi bakışına, algısına, ve kapasitesine, haddinden fazla bir yücelik atfeden ve öğrenmek, keşfetmek, akışla bir olmak için kendine şans vermeyen insandır.

Oysa Rab Hikmetiyle Bir Kapıyı Kapatırsa, Rahmetiyle Önümüzde Bir Pencere Açar!

Ve bu yolu yürürken insanlara umut, şükür ve çabayı bırakmamak düşer. Zira umut, şükür ve çaba lütfun gelişini ve algılanışını daima kolaylaştırır!

”Eğer şansın döndüyse, sen de kendine küsme!
Bunun sana hiç bir yararı olmaz…
Biliyorum, zira ben o yoldan geçtim ve bu kavgaya yüz kez girdim.

Gel dans etmeyi öğrenelim.
Zamanla birlikte hareket etsin ayakların…
Elini avucuma koy ve bir gün vals yapacağımıza inan.”

Elouise – The Lumineers

Exit mobile version